Doğmamış Çocuklarımıza...
Doğmamış Çocuklarımıza...
1956 yazıydı. Yazın bitmesine de
çok az kalmıştı. Hava sıcaktı ama sıcak boğmuyordu. Mesai çıkışı güneşin son
demlerine denk geliyordu. Eğer eve yürüyerek gidecek olursam ben eve varmadan
güneş batmış olacaktı. Ben ise eve geç kalmak istemiyordum. Otobüse bindim ve
bir an evvel eve gitmek düşüncesi sarmıştı beni. Aklımda binbir türlü düşünce
dolaşıyordu. O kadar boğulmuşum ki düşünceler arasına, ineceğim durağı, otobüs
son anda kapıları kapatırken fark ettim. Hemen atladım. Hızlı adımlarla
yürümeye başladım. Koşmamalıydım. Koşarsam nefes nefese kalmış olmamdan eve
telaşla geldiğimi anlardı. O zaman bu haberi ne kadar önemsediğimi hissederdi. Bunu
hissederse ve sonuç bizim istediğimiz gibi değilse üzüntüsü daha çok artadı. Zaten
yeterince üzülmüştü. Daha fazla üzülmeyi hak etmiyordu. Bu onun suçu değildi.
Bu bir suç değildi. Ne yapalım olmazsa da olmazdı. Eve gelene kadar duygularımı
kontrol edip her iki haber için de rol tatbik ediyordum.
Kapının önüne geldiğimde derin
bir nefes aldım ve anahtarı çevirdim. Mutfaktan sesler geliyordu. Ayakkabılarımı çıkardım. Çantamı kenara
bıraktım. Kravatımı genişletirken salondaki yemek masasınında sofranın
hazırlanmış olduğunu gördüm. Mutfağa doğru yöneldim. Geldiğimi anlasın diye ‘ben
geldim’ diye seslendim. ‘Hoş geldin’ diye cevap verdi tezgahta bir şeyler
doğruyordu. Arkasına döndü. ‘Salataya soğan doğruyordum, o da gözlerimi yaktı’
dedi gözlerini bıçak tuttuğu baş parmağın gerisi ile silerken. Anlamıştım. Bu, soğandan
yaşaran bir göz değildi. Kaç senelik karım, tanmımaz mıyım? Ağlamıştı. Çok
ağlamıştı. Gözleri epey şişmişti. Soğanın arkasına saklamaya çalıştı ama ben
anladım. Gözlerini silip burnunu çekerken gülümsemeye zorluyordu kendini. ‘Hadi,
sofra hazır. Yemekleri soğutmayalım’ dedi. Gidip sarıldım. Başını göğsüme
bastırdım. Saçlarından öptüm. Kokladım. ‘Seni seviyorum’ diye fısıldadım
saçlarının arasından. Kendini daha fazla tutamamış olacak ki hıçkırıklara
boğuldu. Hem ağlıyor hem de fırsat buldukça benden özür diliyordu. Onu sakinleştirmek
istesem de ağlaması daha da şiddetlendi. ‘Olmadı, yine olmadı. Özür dilerim.
Çok özür dilerim’ diye tekrar etti durdu. Buna benzer anları o kadar çok
yaşamıştık ki benim de onu yatıştırma cümlelerim tekrar tekrar yankılanıyordu. ‘Esra
yapma böyle bu senin suçun değil. Bu bizim suçumuz değil. Kendini yıpratma. Bizim
de çocuğumuz olmasın. Ben seninle çocuk doğurman için evlenmedim. Ben seni
sevdiğim için evlendim’ diye defalarca söyledimse de ikimizde mutfak
girişine yığılmış halde bir süre birlikte ağladık.
Birkaç saat sonra sakinleştik. O
toparlandı. Burnunu çekti. Sanki nezle olmuş gibi bir sesle ‘boşanalım’ dedi.
Kulaklarıma bir uğultu yerleşti. ‘Ne? Ne diyorsun Esra sen? Tamam çok üzgünsün
anlıyorum ama lütfen böyle şeyler söyleme’. Toparlandım. ‘Hadi gel yemeklerimizi
ısıtalıp önce bir güzel karnımızı doyuralım. Sonra da ben sana bir ıhlamur
kaynatayım. Balkonda içelim ya da istersen dışarı çıkıp hava alalım. Hatta bizim
çocuklara uğrayalım onları da alıp bir dondurmacıya gidelim kafamız dağılır’. Elimi
uzattım yerden kalkmasına yardım ettim. Yemek boyunca ikimiz de çok sessizdik.
Aklım almıyordu. Bunu nasıl düşünebildi. Evleneli 7 yıl olmuştu. Çocuk sahibi
olmaya karar verdiğimizden beri her geçikmesinde aynı heyecanla hayal kurmaya
başlıyordu. Hamile olmadığını öğrenince de yıkılıyordu. Son yıllarda bu
yıkılmalarının dozu daha yükselmişti. Onu böyle görmek beni de kahrediyordu.
Kendi hislerim yanında onun hislerinin de yükünü taşıyordum. O da aynı şekilde hissediyor
olacaktı ki artık ayrılmakla ilgili sözler etmeye başlıyordu. Belki hayatımda onun
yerine başka bir kadın olsaymış benim bir çocuğum olabilirmiş. Çocuk sahibi
olmamın önünde engelmiş. İlk duyduğumda şaşkınlıktan çok öfkeliydim. Onu ne
kadar çok sevdiğimi görmüyor muydu? Nasıl bu kadar kör olabiliyordu? Şimdiye
kadar hiç bu kadar ciddi görünmüyordu. Sanki mücadele etmekten yorulmuş
gibiydi. Mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyordu.
O akşam ne desem inkar etmedi.
Yürüyüşe çıktık. ‘Geç oldu hadi evimize dönelim. Yarın işe gitmeyeyim ve
seninle pikniğe gidelim’ dedim. Kafa salladı. Eve geldik. Pijamaları giyip yatağa
girdik. Ona sarılamama izin verdi. Uyandığımda saat kaç olmuş anlayamadım. Esra
yanımda yoktu. Kalktım odalarda gezdim. Esra yoktu. Olabilir miydi? Esra gitmiş
olabilir miydi? Bunu yapmış olabilir miydi? Pijamalarla sokağa fırladım nereye
gideceğimi bilmiyordum. Bir aşağı bir yukarı, çılgına dönmüştüm. Nereye gitmiş
olabilirdi? Veda bile etmeden. Eve gidip üzerimi değiştirecek ve gerekirse
sokak sokak onu arayacaktım. Eve girip elbise dolabını açtım. Elbileseler burada
idi. Bluzlar, etekler, flarlar... Elbiselerini almadan mı gitmişti? Ne olduğunu
anlmaya çalışırken kapıda anahtar sesini duydum. Esra! Koştum. Esra bu. Ona nasıl
sarıldığımı bilmiyorum. Dengesi kayboldu düşüyordu. ‘Gittin sandım. Bir daha
böyle cümleler kurma. Bi daha...’ derken o da bana sıkıca sarıldı. ‘Tamam söz, bir
daha söylemeyeceğim. Hem seni bırakıp nereye gidebilirim?’ dedi. Fırına gitmiş dönüşte
beni sokakta pijamalarla bir aşağı bir yukarı koştururken görmüş. Kahvaltıda bir anda gülmeye başladı. Nasıl gülmek,
kahkaha atıyordu. O gülünce ben de gülmeye başladım. Kahkahalara boğulduk. Neye
güldüğümüzü bilmiyordum ama benim şaşkın halime olsa gerek diye düşündüm. Gülmesi
bitince dedi ki ‘bence biz çocuk istemnekten vazgeçelim, baksana sen tek başına
çocuk gibisin, pijamalarla sokakta koşturuyorsun’.
O günün üzerinden 20 sene geçti.
Esra o gün beni öyle gördükten sonra bir daha ayrılmakla ilgili tek kelime
etmedi. Çocuğumuz olmadı ama mahallede ne kadar genç çocuk varsa bizim
çocuğumuz gibiydiler. Artık hayattan keyif almanın yolunu çocuk sahibi olmayı
bekleyerek değil de birbirimize sahip olarak ne kadar şanslı olduğumuzu bilerek
bulduk. Hafta sonları aşağı mahalledeki açık havada bir lokantaya giderdik. Lokantanın
sahipleriyle epey tanış olmuştuk. Bir gün yemek yerken Ömer Bey’leri de davet
ettik masamıza. Eskiden yeniden birçok şey konuştuk. Ömer Bey ‘sizin çocuklar
şehir dışında mı?’ diye sordu. Esra ile birbirimize baktık. Esra hüzünlü bir
gülümseme yerleştirdi yüzüne. Çocuğumuzun olmadığını söyledi. Sonra yüzündeki
gülümseme gerçek gülüşe döndü. Benim çocuk gibi olduğumu ve annesini arayan
haylaz çocuklar gibi pijama ile sokakta nasıl koşturduğumu anlattı. O zamanlar
çok acı gelen şeye şimdi hepimiz gülümsüyorduk. Hayatta acılar elbet vardır.
Her zaman olacaktır. Önemli olan birbirimize sarılıp acıya tatlıya beraber
göğüs germek birlikte gülümseyebilmekti. Biz de öyle yaptık.
Yorumlar
Yorum Gönder