Abla




 ABLA!


Boğazı görmem bile yetmişti vücudumdan ter boşanması için. Temmuz’un sıcağını bahane ederek evhamımı gizlemeye çalışsam da Mesut’un elini sımsıkı tutmam beni ele veriyordu. Ama sağ olsun o da daha fazla gerilmemem için fark etmemiş gibi davranıyor, Serhat’la muhabbete devam ediyordu.


...”vapurlarda simit satıyom tertip” diyordu. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi de usta birliğinde ayrı düştük. Sonra da hiç haber alamadım. Kaç yıl oldu tabi, çoluk çocuğa karışmıştır artık.


“Boğazda turlarken simit iyi gidiyor enişte. Milletten çok martılar yiyor zaten.”...


Hiç öyle albenisi yokmuş buraların. Havası yapış yapış nefes aldırmaz. Arabaların düdüğü susmak bilmez, kafanı şişirir. İnsanı hiç köylü görmemiş gibi alık alık bakar. Dileneni, çingeni sülük gibi yapışır bırakmaz. ‘Bacım İstanbul şöyle İstanbul böyle’ diye de överler bir de.

Eşşek Serhat’a dedim de dinletemedim. O kadar hayvanımız var, beraber bakar geçiniriz dedim. Yok! İlle de İstanbul! Aha geldik de gördük İstanbul’u. Havası bile başımı çatlatmaya yetti. Valla sen olmasan adımımı atmazdım buralara Serhat.


Kafamda bir yandan İstanbul’la bir yandan da evhamımla boğuşurken gişelere gelmiştik. Mesai saatleri olduğundan gişeler sakindi. Serhat’la Mesut bilet işlemlerini hallediyor, bir yandan da vapurun güzergahını, yolculuk süresini falan soruyordu. Ben de boğazın olduğu tarafa bakmamaya çalışaraktan onları bekliyordum. Başımın ağrısı biraz geçsin diye gözlerimi kapatayım dedim ama gişedeki vantilatörün takırtısı beynimi zonklatıyordu. Ses beni ta nereden böyle delirtirken gişedeki adam nasıl dayanıyor ki buna? Yahu adam sen sağır mısın? Şunun takırdamasını çekeceğime sıcaktan yanar pişerim daha iyi yeminle.


Yok yok İstanbul insanını öldürmüş bunların haberi yok. İnsanlar ne yapsın? Haldır huldur oraya buraya koşturmaktan, ekmek kaygısıyla çile çekmekten unutmuş kendini. Aha Serhat’ım da öyle. Abla çok iyi para veriyorlar, azıcık dişimi sıkarsam sizi de yanıma alırım dediydi. Düğün parasını bile zar zor toparladı yavrum. Ama düştü pençesine bu zıkkım şehrin, kurtulamıyor. Hele kızı da buradan alınca taktı artık prangayı ayağına. Gayrı köye anca cenazesi gelir kuzumun. Tövbe tövbe… Allah göstermesin. Allah huzur mutluluk versin Serhat’ıma.


Serhat’ın “15 dakkaya gelecekmiş vapur abla” demesiyle irkildim. “Dışarıda bekleyelim hem de boğazı seyrederiz haydi” dedi. Mesut’un ‘ben yanındayım’ bakışları yüreğimin ferahlamasına yetmiyordu ama kardeşime de bu mutlu gününde kösteklik etmek istemiyordum. Yine sıcağı isteksizliğime bahane ederek ağır ağır çıktım dışarı.


Güya açık havaya çıktık ama bu sefer de aldı beni bir öksürük. Vapur bekleyenlerin biri söndürüyor, diğeri yakıyor sigarayı. Bir yandan laf edip bir yandan birbirinin suratına suratına üflüyorlar bir de. Kendini boğduğu yetmiyor sanki. Babam rahmetli de çok içerdi böyle. İsterdim ki sokulayım koynuna, dizlerine yatıp uyuklayayım. O da isterdi sarılıp beni sevmeyi ama o tütünün kokusu tıkardı ciğerimi. Üzülmesin diye öksüremezdim de. Sonra dayanamayıp oyunu neyim bahane eder kaçardım yanından. Nur içinde yatsın.


Serhat bize boğazdan görünen tarihi yerleri anlatıyordu. Mesut önceden de gelmişti İstanbul’a. O yüzden hevesle dinliyor bir yandan da kendi bildiklerini ekliyordu. Ben de “he, hı hı” diye dinliyormuş gibi yapıyordum ama başımın ağrısından dediği hiçbir şeyi anlamıyordum. Boğaza bakmak midemi kaldırıyor, gırtlağıma bir yumru oturtuyordu. Sanki beynimin içi boş bir odaymış gibi etraftaki sesler beynimde yankılanıyordu.


Vapur bekleyen kalabalığın uğultusu, teknelerin gemilerin homurtusu ve martıların çığlığı… 


Abla…


Abla! 

Halit’in bana son seslenişiydi. Ah, onun o feryadı, o çaresizliğim… 

Sen bizim en cesurumuzdun Halit. Köyün dağını bayırını gezerken en önden koşar, taştan taşa sekerdin. Olmadık ağaca çıkıp bize meyveler toplardın. Sana bir şey olacak diye yüreğimiz ağzımıza da gelse gülüşün, enerjin ferahlatırdı içimizi. Ama oldu işte Halit!

Ne vardı o gün göle gitmeyeydik, o kayığa binmeyeydik. Niye ısrar ettin ‘suya girecem!’ diye! Ne vardı o gün de cesur olmayaydın! Ama hayır, özür dilerim Halit. Senin suçun yok ki. Sen sana düşeni yaptın. Ama ben? Ben bana düşeni yapamadım. Sen gölde çırpınıp dururken tutup seni çıkaramadım, bir kereliğine de olsa cesur olamadım Halit! 


Şükür… Şükür ki Serhat yetişti de aldı seni o gölün elinden. Şükür ki yaşıyorsun. Belki yarım, belki yatalak ama yine de hayattasın. Ne yapardım seni kaybetsem? Nasıl dayanırdım vicdanımın azabına? Nasıl affettirirdim sana kendimi?

Yıllardır her sabaha senin için uyanıyorum, uyanmaya da devam edeceğim. Olsun Halit! Abla diye çağırışını duyamamak, önüme düşüp koşturuşunu izleyememek bursa da içimi, olsun! Her yanına gelişimde gülen gözlerle karşılıyorsun ya beni, o bana yeter. O gülüşün beni ayakta tutuyor. O gülüşün bana abla diyor. Abla...


“Abla! Abla peçete ister misin?” diyen satıcının sesiyle geldim kendime. Tam da gözlerimin sulandığını görmüş ki yapışmış, bırakmıyor. Hızlıca bir tane alıp Mesut’la Serhat’a fark ettirmeden toparladım kendimi. O esnada da vapur geldi zaten. Dağıldığımı anlamasınlar diye, korkuyu falan unutup hızlıca attım kendimi vapura. 

Bu aceleciliğimi görünce Serhat yapıştırdı lafı: “Abla maşallahın var ha! Bu kadar hevesli olduğunu bilsem sabah getirirdim seni, sıcağa kalmazdık. He mi enişte?” Gülüştük tabii, bozuntuya vermedim. Zaten başımın ağrısı beynimi uyuşturmuş, sarhoş gibiydim. 

Nereden gördüyse bir fotoğrafçı gördü Serhat. El etti, çağırdı. “Hadi şöyle boğaza doğru bakın da bir fotoğraf çektirek, anı olsun. Gülün ama ha!” dedi.

Güleceğim tabi. Korksam da, yorulsam da güleceğim. Bugün senin en mutlu günün. Bugün düğününde en çok senin için güleceğim Serhat. Hem Halit de senin için güldü, gülerek selam yolladı sana. Gülüşünü taktı sana takı diye. Güldü, sana teşekkür etmek için. Güldü, onu güldürdüğün için.



Sevde

24 Temmuz 1962

Konuk yazar: Arif Kuşçu

Yorumlar

Popüler Yayınlar